škodaturkey.com
Biz bir aileyiz...

Ne okuyoruz?

fenomen · 87 · 21951

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı fenomen

  • OCTAVİA 1.6 FSİ 115 PS
  • Kahraman Üye
  • *****
    • İleti: 10534
    • Profili Görüntüle
MONA ROZA - SEZAİ KARAKOÇ

Mona Roza, siyah güller, ak güller
Geyve#8217;nin gülleri ve beyaz yatak
Kanadı kırık kuş merhamet ister
Aaahhh! senin yüzünden kana batacak
Mona Roza, siyah güller, ak güller
Ulur aya karşı kirli çakallar
Ürkek ürkek bakar tavşanlar dağa
Mona Roza bugün bende bir hal var
Yağmur iğri iğri düşer toprağa
Ulur aya karşı kirli çakallar
Açma pencereni perdeleri çek
Mona Roza seni görmemeliyim
Bir bakışın ölmem için yetecek
Anla Mona Roza ben bir deliyin
Açma pencereni perdeleri çek
Zeytin ağaçları söğüt gölgesi
Bende çıkar güneş aydınlığa
Bir nişan yüzüğü, bir kapı sesi
Seni hatırlatır her zaman bana
Zeytin ağaçları söğüt gölgesi
Zambaklar en ıssız yerlerde açar
Ve vardır her vahşi çiçekte gurur
Bir mumun ardında bekleyen rüzgar
Işıksız ruhumu sallarda durur
Zambaklar en ıssız yerlerde açar
Ellerin ellerin ve parmakların
Bir nar çiçeğini eziyor gibi
Ellerinden belli olur bir kadın
Denizin dibinde geziyor gibi
Ellerin ellerin ve parmakların
Zaman ne de çabuk geçiyor Mona
Saat onikidir södü lambalar
Uyu da turnalar girsin Rüyana
Bakma tuhaf tuhaf göğe bu kadar
Zaman ne de çabuk geçiyor Mona
Akşamları gelir incir kuşları
Konarlar bahçenin incirlerine
Kiminin rengi ak, kimisi sarı
Ahhh! Beni vursalar bir kuş yerine
Akşamları gelir incir kuşları
Ki ben Mona Roza bulurum seni
İncir kuşlarının bakışlarında
Hayatla doldurur bu boş yelkeni
O masum bakışlar Su kenarında
Ki ben Mona Roza bulurum seni
Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza
Henüz dinlemedin benden türküler
Benim aşkım uymaz öyle her saza
En güzel şarkıyı bir kurşun söyler
Kırgın kırgın bakma yüzüme Roza
Artık inan bana muhacir kızı
Dinle ve kabul et itirafımı
Bir soğuk, bir garip, bir mavi sızı
Alev Alev sardı her tarafımı
Artık inan bana muhacir kızı
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak
Meyveler sabırla olgunlaşırmış
Bir Gün gözlerimin ta içine bak
Anlarsın ölüler niçin yaşarmış
Yağmurlardan sonra büyürmüş başak
Altın bilezikler o kokulu ten
Cevap versin bu kanlı kuş tüyüne
Bir tüy ki can verir bir gülümsemen
Bir tüy ki kapalı gece ve güne
Altın bilezikler o kokulu ten
Mona Roza, siyah güller, ak güller
Geyve nin gülleri ve beyaz yatak
Kanadı kırık kuş merhamet ister
Aaahhh! senin yüzünden kana batacak
Mona Roza, siyah güller, ak güller

SEZAİ KARAKOÇ
2005 OCTAVİA A5 ELEGANS 1.6 FSİ


Çevrimdışı ali dayı

  • Kahraman Üye
  • *****
    • İleti: 596
    • Profili Görüntüle
kitaba biraz şöyle baktım..şiir gibi yazılmış
fakat okumaya başlayınca bu seferde şiir değil gibi..
fakat romanda değil..kemalettin tuğcu'nun kitaplarınada benzemiyo..
hikaye kitabı hiç değil..
karışık birşey..değişik bir stil..allah allah...
okuyalım bakalım..


Çevrimdışı SUMA:)

  • Seyirci
  • Kahraman Üye
  • *****
    • İleti: 600
    • Profili Görüntüle
İnsan vav şeklinde doğar, bir ara doğrulunca kendini elif sanır.




İnsan iki büklüm yaşar,
oysa en doğru olduğu gün ölmüştür.

Kulluğun manası vavdadır,
elif uluhiyetin ve ehadiyetin simgesidir.

O yüzden Lafz-ı ilahi elifle başlar.
Elif kainatın anahtarıdır, vav kainattır.

Rabbi vav gibi mütevazı olsun ister kulları.

Musa dal olmuştur ama Firavunun gözü Elifte kalmıştır.

İbrahim ateşte vavdır, Nemrut bizzat ateşe odun.

Yunus, vav olup balığın karnında anca kurtarmıştır kendini.

İnsan iki büklüm olunca rahat eder ana karnında.

Boylu boyunca uzansa da kim rahattır mezarında?
Vavın elifle münasebeti ne kadar iyiyse,
kainatın dengeside o kadar düzgündür.

Kim kimi hatırlarsa evvel o ona koşar.

Kainatta tüm cisimler boşlukta dönerken insan belki o yüzden boşlukta kalmamış, Rabbi onu imanla doldurmuştur.

Evvelde eliftir, bir ilahi nefesle ahirde vav olur kainat.

Manayı bilmeyenler vav diyemez vay der.

Buna anlamca vaveyla denir.

Yani vav olamadıkları için feryad edenlerin halidir.

Elif bir ağaç ve insan onun dalıdır.

Azrail budadıkça nefesleri daha gür çıkar sesleri.

Herbiri Dal olur ve o ağaçtan beslenir.
Vav olur o ağacın gölgesine sığınır.

Ve Allah insana seslenir,
peygamber eliyle ulaşan mesajı hem dal hem vav ol der insana.

“Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin velileridir.
İyiliği emrederler; kötülüğe engel olurlar.
Namaz kılarlar, zekat verirler.
Allah’a ve Resulüne itaat ederler.
İşte bunlara Allah rahmet edecektir.
Allah şüphesiz güçlüdür, hakimdir.”

Başkasının önünde eğilmek ne zordur.
Birilerinin emri altına girmek ne ağırdır.
Krallara boyun eğmemiş insan görmediği bir varlığa mı itaat edecektir?

İnsan kendinin bile farkında değildir iki lam birbirine sarılıp kainatı ayakta tutan sütunlar gibi durmuştur elifin ardında, kainatın gezegenleri yuvarlanıp son harf misali peşinden giderken, insan yolculukta geri kalmanın acısını ne zaman anlayacaktır.
Zordadır sığınacak yeri yoktur.
Evrene ve seslere kulak verenler duyar yeniden o kutlu çağrıyı;

“Sabır ve namazla Allah’tan yardım isteyin.
Rablerine kavuşacak ve O’na döneceklerini umanlar ve Allah’a gerçek bir saygı gösterenlerden başkasına namaz elbette ağır gelir”

Sonra çağırır insanı, belki cennet kokusunu duyurmak içindir bu davet, belki kendi yanına çağırıyordur.

İşte o ayet: “Secde et, yaklaş!”

Eğil ve ben senin başını göklere erdireyim,
yıldızları ayağına sereyim,
sana gezmekle bitiremeyeceğin cennetler,
sayamayacağın nimetler vereyim demektir bu.

Secde et,
vav ol,
vay dememek için la şey olan insan herşey demek olan Rabbinin önünde…

Muhabbetle
(Hakan Türkyılmaz’dan alıntıdır) alıntısı.:D


Çevrimdışı Kara

  • Eski VW
  • Yeni Üye
  • *
    • İleti: 33
    • Profili Görüntüle
MONA ROZA
 
Bu Şiirin kime yazıldığı konusunda hürriyet gazetesinde bir yazı vardı bir kaç yıl önce, sınıf arkadaşına yazmıştı yanlış hatırlamıyorsam. O geldi aklıma şimdi
« Son Düzenleme: 31 Ağustos 2012, 21:21:55 Gönderen: Kara »


Çevrimdışı Kara

  • Eski VW
  • Yeni Üye
  • *
    • İleti: 33
    • Profili Görüntüle
Yüzyıllık Yalnızlık - Gabriel García Márquez okuyorum şu anda


Çevrimdışı Kara

  • Eski VW
  • Yeni Üye
  • *
    • İleti: 33
    • Profili Görüntüle
Umut
 Usul usul geceleyin
 Sirenler duyarsan derin
 Kapını gökyüzüne dayayıp da bekle
 Yolunu şaşırmış bir yıldız düşer belki üstüne
 Başını yastığa göm
 Yüreğini ayışığına ayarla
 Yorganına sıkıca sarın
 Derin bir nefes al
 Ve sakın ağlama...


Çevrimdışı fenomen

  • OCTAVİA 1.6 FSİ 115 PS
  • Kahraman Üye
  • *****
    • İleti: 10534
    • Profili Görüntüle
Alıntı yapılan: Kara;391033
MONA ROZA
 
Bu Şiirin kime yazıldığı konusunda hürriyet gazetesinde bir yazı vardı bir kaç yıl önce, sınıf arkadaşına yazmıştı yanlış hatırlamıyorsam. O geldi aklıma şimdi
olabilir tam emin değilim bende.
2005 OCTAVİA A5 ELEGANS 1.6 FSİ


Çevrimdışı SUMA:)

  • Seyirci
  • Kahraman Üye
  • *****
    • İleti: 600
    • Profili Görüntüle
Bir Anneler Günü hikayesi..

Çalan telefonuna uzanıp baktı ekrana..Offf be anne diye mırıldandı sıkıntıyla..Yoğun bir trafik, acelesi vardı üstelik..Raporlar, toplantılar, bütün o stres içerisinde hiç duygusallık kaldıramayacaktı doğrusu..Yine aynı lafları duyacağından adı gibi emindi çünkü..Meşgule aldı telefonunu. Müsait bir zamanda aramak üzere..

Şirkete geldi hızla. Başladı koşturmaya. Nefes bile almadan bir o toplantıdan bir bu toplantıya...Öğlen yemeğinde fırsat buldu ancak annesini aramaya..

“Efendim anne..Ne oldu yine?”

Bir şey yoktu, nasıldı, iyimiydi, yoruluyor muydu?

“İyiyim anne çok yoğunum bak böyle sürekli arıyorsun ama inan çok işim var..”

Bir suskunluk anı..Haklısın dedi annesi, ama sen aramıyorsun hiç..

Evlendiğinden beri böyleydi. Son beş aydır hem evlilik, hem iş hayatının yoğunluğu, ona hiç vakit bırakmıyordu zaten. Bir de böyle duygusal kaprislere hiç gelemeyecekti doğrusu..

“Arayamıyorum çünkü gerçekten çok işim var anne, neyin var hasta mısın bir ihtiyacın mı var. Varsa söyle yapayım ama sürekli böyle arayıp durma, çocuk muyum ben ?. Bak çalışıyorum koşturuyorum ben de”

Hayır, hasta değildi, bir ihtiyacı da yoktu. İllaki hasta olunca mı arardı bir anne evladını..Yada bir ihtiyacı olduğundan mı..

Ses tonu giderek daha öfkeli çıkıyordu, “tamam anne ya uzatma,lütfen biraz anlamaya çalış beni dedi..”

Ben seni anlıyorum evladım dedi kadın, sen beni anlamıyorsun. Ne vakit anne oldun, o zaman anlayacaksın beni sen…

Tamam anne Allah aşkına başlama yine.. Hadi işim var sonra konuşuruz..

Peki evladım dedi kadın..Üstelemedi, ısrar etmedi, söylemedi yada söyleyemedi..

Kapattı telefonunu genç kadın. Paldır küldür yedi yemeğini..Sonra tekrar işe koyuldu..

Akşamüzeri..İş çıkışı,yine trafikte iken çaldı telefonu. Yine annesi..Off Allahım offf bu ne böyle diye söylendi..Ama bu defa meşgule almadı. Hırsla açtı telefonu..

Ne var anne, ne var ?

Ama hayır ! bu annesinin sesi değil..Peki ya o siren sesleri. Onlar neyin nesi..Başka bir yabancı ses..Bir adam..Neler oluyor..

Kimsiniz dedi telaşla..

Af edersiniz dedi adam, bu telefonun sahibini tanıyor musunuz?

Evet elbette annem olur dedi yolun sağında uygun bir yere yanaşarak..Kötü bir şey mi var ?

Tamam tahmin ettik zaten dedi yabancı adam, telefonunda “Kızım Benim” diye kayıtlıydınız. Anneniz bir kaza geçirdi, durumu ağır. Hastaneye kaldırıyoruz. Bilgi için aradım sizi.

O koskoca dünya bir arabanın içine kadar küçüldü sanki. Konuşamadı, nefes bile alamadı, öylece donup kaldı kulağındaki telefon ile. Bir an yada belki bir ömür öylece kaldı..Zaman kavramını yitirmişti. Adam telefonun ucundan hastanenin adını söyledi. O an kendine geldi. Evine çok yakındı hastane..Ne işi vardı bu kadının oralarda gündüz vakti..Derin derin nefes aldığını hissetti, nefes alamamaktan korkarcasına. Kocasını aradı ilk iş. Annem dedi..Annem kaza geçirmiş. Hastaneye gidiyorum ben..

Bazen bir şehir,baştan başa koca bir ülke olur..Öyle anlar vardır ki, birkaç saniye birkaç yıl gibi geçer. Hastaneye giden yol, onun için koca bir ömür olmuştu sanki. İçinden şiddetli bir volkan yükselip gözlerinde patladı. Hayır dedi kendi kendine..Lütfen Allahım dedi ona bir şey olmasın lütfen..Bütün sabahı gözlerinin önüne getirdi, Hatırlamak bile istemiyordu. Nasıl tartışmıştı, nasıl kırmış incitmişti. Gaza biraz daha bastı. Yetişmeliydi, başka bir şey düşünemiyordu bile..

Hastaneden içeri koştu. Kocası çoktan gelmiş yoğun bakımın önündeydi bile..Doktorlara koştu, hemşirelere yalvardı. Bir tek güzel haber için. Ama hayır, durumu ağırdı annesinin. Acilen ameliyata almışlardı. Bekleyeceklerdi..

Üç koca gün sürdü o bekleyiş..Genç kadın bir dakika bile ayrılmadı annesinin ameliyat sonrası alındığı odanın kapısından. Düşündü her saniyeyi dakikaya, dakikaları saatlere dönüştürerek..

Hangi ara unuttum ben seni anne..Hangi ara bu kadar çirkinleşti kalbim. Sen beni hiç unutmamışken üstelik..Cicili bicili elbiselerle süslemeyi, saçlarımı taramayı hiç ihmal etmedin. Kırılan oyuncak bebeğimi tamir ettin çocukluğumda..Ve tamir ediyordun aşktan kırılan kalbimi bir genç kız olduğumda..Sen ellerimden tutup götürdün beni ilk okula. Ve okul hayatım boyunca hep oldun yanımda. Büyüdüm, aşık oldum, ağladım senin omzunda, hem mutluluğumda hem hayal kırıklıklarımda. Arkadaş oldun sen bana. Neyim varsa dinledin sabırla..Üniversiteyi kazandım, Her gece ben ders çalışırken sen çay demledin, kurabiye eşliğinde bana..Ve gururla seyrettin beni üniversiteden mezun olduğumda. Her iyi günümde, her kötü günümde sen vardın yanımda. Evlendim, ellerinle teslim ettin kocama. Ve söz aldın kendisinden beni çok mutlu edeceğine dair ömür boyunca..

Ama ben ! Seni birkaç dakika dinleyemedim mi anne. İçinde bana söyleyecek neler kaldı senin..

Üç koca gün sonunda, son nefesini verdi yaşlı kadın o yoğun bakım odasında. Genç kadın yitik, bitik ve eksik öylece kalakaldı odanın kapısında..Boğazında düğüm düğüm her bir kelime, gözlerinde her bir damla yaş ile. Bir daha hiç söylenemeyecek sözlerin, dilenemeyecek özürlerin ağırlığı altında..Annesinin cansız bedenine sarılıp dakikalarca ağladı içindeki tarifsiz boşlukla, ellerini, yüzünü öptü okşadı içindeki geç kalınmışlık acısıyla..Ve en önemlisi, son telefon konuşmalarında annesinin söyleyemediklerinin merakıyla..

Kocasının kolunda perişan halde eve döndüğünde apartmanın kapıcısı karşıladı onları kapıda. Elinde genç kadına çok tanıdık gelen cam saklama kabı ile..Annesi, onu aradığı gün gelmişti yaşadığı apartmana, ve bırakmıştı içinde zeytinyaglı yaprak sarması dolu kabı kapıcıya..

Teyze bunu bıraktıydı dedi kapıcı üzüntü ile saygı arasında bir ses tonuyla. Bir de küçük zarf bıraktıydı size ama..

Zarfı açtı genç kadın. Annesinin o yumuk ellerinden kendisine yazılmış, belki de telefonda söylenememiş son sözler..

Biliyorum kızıyorsun bana, ama inan çok iyi anlayacaksın beni anne olunca…Uzun zamandır doğru dürüst yemek yemediğini biliyorum kızım. Yaprak sarmasını da ne kadar sevdiğini bilirim. Vaktin yoktur bunlarla uğraşmaya diye, bolca sardım sana. Koyarsın dolaba, canınız istediği an yersiniz hiç olmazsa. Sabah seni de bunun için aramıştım aslında. Ama işlerin yoğun, fırsatın olmadı konuşmaya.. Ben de sana sürpriz olsun diye bıraktım kapıcınıza..Bilirim seversin süprizleri her ne olursa..

 Genç kadın ömrü boyunca bir daha asla yaprak sarması yemedi…

 

Her anne yüreklidir, karşılık beklemeden sever, fedakardır, kalbi dünyayı içine alacak kadar büyüktür, emek verir, sevgi verir, mutluluk verir, hesapsızca sever ve asla vazgeçmez.

Şefkatin, fedakarlığın,mutluluğun, karşılıksız sevginin, emeğin en güzel tarifidir anne..Cennet’in anahtarı makamına ulaşmış bir kutsallıktır annelik.

Anne olmuş yada olmamış, yüreğinde o hissi taşıyan bütün kadınlarımızın ve elbetteki Canım Annemin ANNELER GÜNÜ kutlu olsun.

Şimdi lütfen, her ne yapıyorsanız bırakın ve eğer yanınızda değilse,annenizi arayıp onu ne kadar sevdiğinizi söyleyin..Yanınızda ise sımsıkı sarılın ve bir öpücük kondurun yanaklarına sevgiyle..Ve bunu sadece bugün değil, her gün yapmaya çalışın..Hala bu şansınız varken..

http://twitter.com/blackpearl42


Çevrimdışı SUMA:)

  • Seyirci
  • Kahraman Üye
  • *****
    • İleti: 600
    • Profili Görüntüle
BENİM OĞLAN BİRAZ HİPERAKTİF

Modern dünya,psikologlar,doktorlar,sosyologlar tüm insanlığın günahını çıkartıp aklandırıyorlar.Dini kuralları,ahlakı sümenaltı etmenin en güzel yolu insana makine gibi bakmaktır.
Onlarca kişiye tecavüz etmiş adam mahkeme tarafından hastaneye sevk ediliyor,o sapığın.... fazlalığı çıkarsa ceza indirimine gidiliyor.Küçük şeyler çalan hırsızlara ''Kleptoman'' raporu verince mesele hallediliyor.
Adam gibi suç işleyen,yüzde yüz namussuz adam kalmadı.Bilim herkesi affediyor,cezasını indiriyor,rahmet dağıtıyor!
Tüm insanlık,bilimsel bir dokunulmazlık altında...
Birine ''şerefsiz'' deyince itiraz edip ''kişilik bozukluğu var'' diyorlar.Ağız dolusu 'şerefsiz'' diyemiyoruz!
Aile terbiyesi görmemiş,şımarık,tavana tırmanan çocukların adı ''Hiperaktif'' oldu...
Kimse çocuğunu uyarmıyor,terbiyeye davet etmiyor,kulağını çekmiyor,tütün kokan kıllı babaların yerini metroseksüel okumuş babalar alınca,çocuklar şımardı.Onların terbiyesizliklerini hiperaktif raporlarıyla örtüyor ve herkesle barışıyoruz.
Peki,iyiye mi gidiyoruz?
Hayır!
Lakaplarımız kalmadı,sıfatlarımızı psikologlar yazıyor.
Tadı,tuzu kalmadı dünyanın.Hepimizin ikinci yüzü var.
İkinci yüzümüzü psikiyatrlar parlatıyor,yazık bize...


BEN SADECE GEÇİYORDUM BURADAN!

Ah,erkek...Ah garip yaratık...Ah,gurur abidesi!
Erkeğin devreleri gariptir.
Erkek,güçtür.Er'dir,Erk'tir.Son zamanlarda Er gitmiş kek kalmıştır.Olsun!
Erkek,gücünü gücünden alır.
Tarihi bir sorumluluk gibi genlerinde taşır onu.
Reddedilmek çıldırtır.
Geri dönmek delirtir.
Af dilemek kahreder.
Akıllı bir kadın iki de bir kocasına özür dilettirmez.
Büyük kadın,erkeğin hüznünü gözlerinden anlar ve konuyu kapatır.
Terk edildiğinde bilin ki erkekler uyuyamaz.Yaralı hayvana döner,suçluysa kadının ayaklarına kapanmak ister ama yapamaz.Yapmamalıdır da...
Özür dileyen,ayağa kapanan erkek zaten hangi akıllı kadının işine yarar?Adam,terk edilir,kızın evinin ya da iş yerinin civarında dolanır,ama göz göze geldiklerinde:''Ben sadece geçiyordum buradan'' der.
İşte bu sahne öldürür beni.
Bitirir.
Çok hoş ayol,vallahi hoş...
Ayy,çok romantik yani...

HOŞ GELDİN YA ŞEHRİ NOEL(!)

Bizim hava alanlarında uzun süredir bir gayret bir telaş görmelisiniz. Namaz kılmak istediğinizde yer bulamadığınız hava alanlarımız çoktan Noel’e hazırlandı bile. Aman Allah’ım! “ Cingil beng cingil beng dingil dingil beng…”
Noel Babalar, geyikler, üf üff…
İnanır mısınız? Kendi vatanımda hava alanlarına gidince gurbet hissi doğuyor içimde. Hatta namazlarımı hemen oaracıkta, yola çıkmadan seferi kılsam fıkhen yanlış yapmam sanırım, çünkü kendi vatanımızda öyle uzak bir kültürün içine düşmek bizi seferi ediyor…
Ben, bir gün olsun hava alanlarında Ramazan heyecanı yaşandığını görmedim. Ağlanacak haldeyiz.
Turistler toprağımıza inince kendilerini gurbette hissetmiyorlar, gâvurlar namazlarını seferi kılmaya mecbur değiller yani! ( Kafayı üşüttüm galiba, cümleye bakar mısınız?)
Ah, ah! Türk Hava Yolları’na bağlı olarak çalışan Anadolu Jet’e hoş geldiniz, mutlu yıllar dileriz.
Cingil beng cingil beng, dingil dingil beng, ipim kuşağıma, yok küfür yok, ipim kuşağıma denk)

Bülent Akyürek-Güzel Susma Sanatı adlı kitabından 3 hikaye.
« Son Düzenleme: 02 Eylül 2012, 19:21:38 Gönderen: SUMA:) »


Çevrimdışı ali dayı

  • Kahraman Üye
  • *****
    • İleti: 596
    • Profili Görüntüle
hızırla kırk saat'i okudum hiç birşey analamdım.
anlam ve mana yönünden okuduğum her sayfadan sonra,
sanki ilk başa dönüyormuşum gibi bir hisse kapılıyorum..
dandik dundik gibi geldi bana.bi daha okumama..

kitap okuayacaksamda;
ince memed'i,tatar ramazan'ı,yılanların öcü'nü,köygöçüren'ü veya buna benzerlerini okurum..


Çevrimdışı SUMA:)

  • Seyirci
  • Kahraman Üye
  • *****
    • İleti: 600
    • Profili Görüntüle
Yarın almak istediğim almayacaktım ama yorumları görünce bir de bulabilirsem çarşıda Bülent Akyürek-''Öğlen namazına nasıl kalkılır'' kitabını almak istiyorum.
Ya da ''İçinizdeki öküze oha deyin'' belki de bunu alırım.Yazık paraya ya da değil bakalım görecez.:kiki:


Çevrimdışı SUMA:)

  • Seyirci
  • Kahraman Üye
  • *****
    • İleti: 600
    • Profili Görüntüle
Ke(n)di(n)den Utanmak

Üç şey geri dönmez:
Yay’dan çıkan ok,
Ağızdan çıkan söz,
Geçen zaman…
150 km hızla yol alan hayatlarda herkes zamana kızgın! Birçok kadının aynı erkekle yolları bir yerlerde kesişiyor. Kalp, kalbe sürterek bileniyor, sivri yerleri yuvarlanıyor, acıyor!
Gurur sınavı kirli bir aşk hikâyesini bir “hayvanın” ağzından okuyacaksınız. “Nankör” kelimesinin ısrarla âdemoğlunun sıfatı olduğunu söylüyor.
Bilge bir kedi, insanların beş duyusunun nasıl sıradanlaştığını anlatıyor.
Evet, bir kedi anlattı, Ayşenur Yazıcı yazdı. Hepsi hayal ürünü ama romanın içinde kendi gerçeklerinizi keşfederseniz, sizin içinizdeki hayvan da evcilleşmek için bin türlü sebep bulacaktır.Sabrı, aşkı, hoşgörüyü felsefeyle harmanlayan bir “kedi”nin, telaş içindeki insanlara bakışı…
İnsana haddini bildiren pişmanlıkları, tavus kuşuna haddini bildiren ayaklarıdır. Ama ağızlarını açtıklarında ikisi de çirkinim diye bağırır.
***
Anlaşılabilmenin tek yolu konuşmak veya yazmak değil. İnsanların, bitki ve hayvanların ortak bir dili vardır.
Ne kadar konuşursanız “hisler” aracılığıyla iletişim kurmanız da o kadar eksilir. İşte bu yüzden biz hayvanlar, sizden çok daha fazla duygu algılarız.
Bu günlüğü şu an evinde yaşadığım sahibim Ali’nin geçici kız arkadaşı Hale’nin aracılığıyla yazıyorum. O, romanı kendi uydurdu sanıyor. Oysa salondaki kanepede, yatak odasında, her uyukladığında hayatımı ona zihnen aktardım, o da uyanınca kâğıda döktü.
Bu yüzden romanın yazarı “kendi” değil, kedi! Yani benim!
Adım Meko. Kırçıllı, şişko, şirin, sıradan ve yıllardır ayağını toprağa basmamış bir ev kedisiyim. Kedigözümle, Ali’yle beraber yaşadığımız yılları, bu evde olan biten her şeyi tüm çıplaklığıyla anlatacağım. Çıplaklığıyla diyorum çünkü insanlar bastırılmış duygularla konuşurlar ama ben ‘akıllarından geçirdikleri’ rezillikleri de duyarım.
Velhasıl kelâm, kısacık ömrümde rastlaştığım “içi başka dışı başka” insanları önünüzde çırılçıplak soyacağım.
Birde kedilere nankör derler! Bir insandan daha büyük nankör yok bu evrende. Ke(n)di(n)izden utanacaksınız! Olsun! Hayvan olan benim. Siz âdemoğlusunuz…
Meko
Ekim 2011
**
Yazan: Meko
İnsan diline çeviren: Ayşenur Yazıcı
ÇIRILÇIPLAK HAYAT GERÇEĞİ
Yaşamamız tamamen tesadüflere bağlı olduğundan Tanrı bize dokuz can vermiş. Yani dokuz kez tehlikelerden yırtma hakkımız var. Ve sanırım bu gece ben ilk hakkımı kullanıyorum.
Gök gürültüsü, dev cam bulutun kırılmasını andıran korkunç bir sesle sokağa dağıldı. Yol üzerine park etmiş araçların hepsi yerinden oynadı. Ben yavru bir kediyim. Sığındığım, soğuk metal yığını bir arabanın altında yerimden zıpladım. Biraz daha küçüldüm sanki.
Ardından gözleri kör eden bir ışık ıslak şoseyi aydınlattı, söndü. Gözlerimi kapadım, titriyordum. Henüz doğalı birkaç hafta olmuş bir kedi yavrusu için böyle bir havadan sonra hayatta kalabilmek çok büyük şanstı. Neden mi? Birincisi: Çünkü yenebilecek her şey kapaklı, demir çöp bidonlarının içindeydi. Mideme atabileceğim en yakın yiyecek, apartmanların zemin katlarından ara sıra sokağa çıkan böcekler! Onlar da aralıksız yağan yağmur yüzünden sıcak odalarından başlarını sokağa iki gündür çıkarmadılar.
İkincisi: İnşaatına uzun zaman önce yarım yamalak beton atılmış otopark iskeletinin içinde yaşayan onlarca aç sokak köpeği! Beni yemek için beklediklerini sanmıyorum ama en az benim kadar midesi boş olan bu köpek sürüsünün sinir sistemine aykırı bir kokum olduğunu biliyorum ve birinin beni boynumdan silkeleyip yere atmasıyla belim kırılacak, kısacık ömrüm sona erecek.
Dayanabildiğim kadar, yağmur kesilene kadar, sokağa birkaç insan ayağı değene kadar bu arabanın altına sığınmaya devam etmeliyim. Birazdan sabah olacak. Güneş şehri ısıtmaya başlarken yandaki fırından ekmekler, simitler çıkacak. Durakta bekleşecek olan öğrencilerden birine sevimli görünürsem, elindeki sandviçten bir lokma koparabilirim. Böyle yaşamak da çekilir iş değil! Özgürlüğün simgesi bir hayvan iken insanların seni sevimli bulmasını, merhamet etmesini, okşamasını hatta şanslıysan alıp evine götürmesini bekleyen bir hayat amacın oluyor ister istemez…
Bu şehre dağılmış, kimi sokaklarda, kimi parklarda, kimi terk edilmiş harabelerin içinde yaşamaya çalışan yüz binlerce hemcinsim var. Zaten babamız yok bizim. Annemiz de bir ay süt verdikten sonra kendi ayaklarımız üstünde durmamız yahut bir araba tekerleği altında can vermemiz için bizi bırakıp gidiyor.
Birkaç gün önce kardeşlerimle beraber kıpraşmaya başladığımız loş merdiven altında, burnumu azıcık dışarı uzatmamla başladı her şey. Dizkapakları yara izleriyle dolu bir çocuk elindeki sakız kâğıdını buruşturarak önüme attı. Güzel kokulu renkli kâğıda patimle dokundum. Keşfedilmesi dayanılmaz tizlikte bir hışırtı çıktı. Başımı biraz daha sokağa doğru çıkardım ve çocuk boynumdan beni yakaladığı gibi bağırdı:
“Hey bakın ne buldum minicik bir kedi yavrusu, oynayalııım gelin!”
Sarsıntıdan midem bulanmaya başladı. Düşmemek için tırnaklarımı çocuğun kazağına geçirdim. Bir yandan da cılız sesimle bağırıyordum. Ama ben bağırdıkça çocuk beni kazağından kopartmak için çekiyor, tırnaklarım acıdıkça ben daha acı miyavlıyordum.
Nihayet birkaç çocuğun çalı çırpı yakmaya çalıştığı çamurlu arsada durduk. Herkes bir kere beni kucağına aldı ve sevdi. Beraber oyun oynadık. Hava kararmaya başlarken çocuklardan biri beni kucaklayıp evine götürdü.
Zemin katında, yanık metal tozlarının genzimi yaktığı bir demirci atölyesi olan iki katlı bir evin balkonuna koydu. Annesi beni istemiyordu. Çocuğa bağırdı, çocuk ağladı…
“Pire dolu bu hayvanları eve taşıma diye kaç kere söyledim ben sana. Yürü banyoya. Baban gelsin görürsün.”
Balkon soğuktu ama önüme eski bir yoğurt kabı içinde bıraktıkları ekmek doğranmış sütün nasıl iyi geldiğini anlatamam.
Uzaklarda bir yerde annemin beni aradığını hissediyordum. Cevap veriyordum, duymuyordu. 39 numara lastik terliğin üzerine kıvrılıp uyuyordum ki balkon kapısı açıldı, kıllı bir erkek eli uzandı üzerime, beni karton bir kutuya koyup çocuğun kucağına verdi. Anne arkamızdan dırdırlanıyordu… Arabaya bindik, şehrin diğer yakasında yeni evlerin yapıldığı bir mahalleye geldik.
Çocuğun gözleri ağlamaktan kıpkırmızı olmuştu. Durmadan burnunu çekiyordu.
“Halan ona iyi bakacak emin ol.”
* * *
Maviye boyanmış demir bahçe kapısını itti. Kapının iki yanında da duran teneke saksılardaki, sonbahara direnen üç beş bahçe çiçeğinin arasından geçip evin kapısına vardık.
Yol boyunca sallanmaktan ve karton kutunun duvarlarına çarpmaktan vücudum allak bullak olmuştu. Gidecek yerim olmadığından tuvaletimi de kutunun içine yapmıştım. Hem bu pis kokudan kurtulmak hem de biraz çimen çiğnemek için ayaklarımı toprağa basmalıydım ama minik bir çift el, boğazımdan bastırarak karnımı kutunun tabanında eziyordu.
Halası beni sevmedi. Kırçıllı kedi uğursuzluk getirirmiş. Yine de bahçede büyüyene kadar beni tutabileceğini söyledi yarım ağızla. Ama önce beni temizlemeliydiler.
“Aman sakın soğuk suyla değil!” dedim.
“Kedi yıkanmaz ama neyse,” dedi hala.
“Yıkanmayı seviyorum ama ben istediğim zaman ve soğuk suyla değil,” dedim.
“Acıkmış bak miyavlıyor. Önce temizleyelim sonra yemek veririz gel,” dedi.
Küçük çocuk, boğazımı sıkarak beni zapt etmeye çalıştığı karton kutuyla banyoya gitti. İçine gazete kâğıtları serilmiş lavabonun içinde beni kolonyalı mendillerle sildiler.
Avaz avaz bağırdım.
Alkol istemem, sürmeyin bana bu şeyleri! Gözüm, popom, midem yanıyor! Ben dilimle temizlerim hepsini, bırakın beni. Burnum donmuş gibiydi, koku alamıyordum.
Hala bağırmalarımı çocuğa tercüme ediyordu:
“Bak teşekkür ediyor!”
“Hadi be oradan,” dedim halaya
“Canııım,” diye cevap verdi hala. “Şimdi patilerini yıkayalım.”
Onunla anlaşmamız mümkün değildi. Olamayacaktı da… Hele şu kimyasal işkence bitsin, ben bahçeden bir kaçış yolu bulacaktım illa ki! Banyo temizlik faslı bittikten sonra halası, çocuğun eline bir toz bezi vererek kaloriferin üstünde beni kurulamasını söyledi.
“Sakın sakın!” diye bağırdım.
“Tamam, tamam şimdi yemeğini vereceğiz,” dedi.
“La havle vela!”
Çocuk tam bir saat beni kaloriferin üzerinde bir bezle ezip mıncıklarken nefes alamıyor, yanıyordum. Hala ile baba, çocuğu canlı oyuncağıyla bırakmış, kahve içip sohbet ediyorlardı.
“Ah Hilmiciğim, o kadında merhamet olsa altı çocuğuna karşı olurdu. Hepsi bir deri bir kemik, sabahtan akşama kadar sokaktalar. Böyle çocuk mu büyütülür?”
“Tamam abla yahu. Yaptık bir hata, on yıl oldu. Ne yani bu saatten sonra karımı mı boşayayım?”
“Boşa tabi. Sana kadın mı yok!”
Hilmi sustu. Merakla dinliyordum ‘insan’ denilen yaratık merhametten bahsederken bir kedi yavrusuna acıyıp, altı insan yavrusunu nasıl bu kadar kolay sokağa atabiliyordu?
“Geç olmasın gidelim artık. Sen bahçede idare edersin kediyi. Ara sıra gelince sever çocuk da…”
Hala, Hilmi ve çocuğu evden ayrılır ayrılmaz, beni eski bir sandığın içine koyup bahçenin kuytu bir yerine bıraktı. Sabah ilk işim buradan kaçmak olacaktı. Dokuz canımdan birini burada riske etmek aptalcaydı. Hele hele hayatın başındayken!
* * *
Gün, yolları yavaş yavaş aydınlatmaya başladığında, büyük bir çaba sarf ederek sandıktan kurtulmayı başardım. Nerde olduğumu bilmeden ışığa doğru yürümeye başladım. Sonradan adının ‘güneş’ olduğunu öğreneceğim bu ışığın, aslında içimdeki saatin ana kumandası olduğunu, onun gökyüzünde belirmesiyle her şeyin güvende olduğunu bilecektim.
Annem ve kardeşlerim kim bilir şehrin neresindeler? Artık onları göremeyeceğim. Üzüldüğüm filan yok. Sadece endişeliyim. Daha hayata dair doğru dürüst bir eğitim alamadan annemin yanından uzağa düştüm. Tek hazinem içimdeki biyoritm döngüsü ve ana hafızama kayıtlı zaruri bilgiler. Zaten yaradılışımda aile ve ciddiyet kavramları yok. Biz kediler, insanlar kadar akıllı olamadığımız için medeniyet filan da kuramamışız! Ulus, sınır, cins kavramımız da yok. Bu yüzden zaten ekonomisi, borsası, yazılmış şanlı/şansız tarihi, fetihleri ve yıkılmışlıkları olmayan biz kedilerin; yandaki ülkeye göz dikmişliği, savaş çıkarmışlığı, soykırım yapmışlığı da yoktur! Kediler engizisyon mahkemeleri kurmamış, kediler yüzyıllarca esir ticareti yapmamış, tüylerinin rengi farklı diye hemcinsini dışlamamış, pusulayı bulmamış, barutu icat etmemiş, atom parçacığının orasını burasını mıncıklamamış, siz âdemoğullarından çok eksik yaratıklardır!
İnsanın yaşamına evcil olarak girişimiz 5000 yıl öncesine kadar uzansa da, atalarımdan bazılarının iki milyon yıl öncesine ait fosillerinin bulunduğunu da burada belirtmem gerek. Yani biz kediler iki milyon yıldır bir kere olsun vukuat çıkarıp, diğer canlıların hayatını tehlikeye atacak iş yapmamışız! Evrim dedikleri şey, gelişerek mükemmele uyumla yaklaşmaksa, insan denilen zavallının evrim geçirirken birçok yönden gitgide eriyerek yok oluşuna şahit oluyoruz. Darwin çok büyük bir hata yaparak hayvanı küçümsemiş, gelişimi tersten okumuş! Çernobil denilen yerde, önümüzdeki 900 yıl boyunca herhangi bir canlının yaşayamayacak olması nasıl bir hatanın sonucudur kediler bilemezler! İnsanlar bilir.
Dünya tarihinde bugüne kadar bir kedinin sebep olduğu bir nükleer facia yaşanmadı ki! Ozon tabakasını kediler delmemişler… Kediler gemi devirmemiş, beton dökmemiş, nifak tohumu ekmemişlerdir. Kediler hemcinslerini onlar gibi düşünmediği ve davranmadığı için öldürmemişlerdir ki… Düşünsenize benim diğer kedilere, “siz benimle aynı bölgede ihtiyacınızı kuma yapacaksanız, benim gibi çömeleceksiniz” dediğimi! Hatta “doğada şey etme saatleri 11.00-15.00 arasıdır” dediğimi. İsteyen istediği yere istediği zaman ihtiyacını yapar! Bahçeler, yollar, ırmaklar, ağaç dipleri hepimizindir.
Tabii ki insan olmadığım için hayıflandığım durumlar da olur bazen. Mesela doğada avlanmak yerine, yiyeceklerini market raflarında dizili kutularda, hazır bulmalarına çok özeniyorum. Önceleri, başka insanlar diğerleri için yiyecek paketleyip rafa bırakıyorlar sanıyordum. Sonra anladım ki, kutulanmış hazır yiyecek isteyenler, adına “para” dedikleri bir kâğıt veriyorlar. Bir nevi takas. Bu kâğıtlardan edinmek için herkes sabah erkenden kalkıp, güneş batana kadar sekiz saat söylene söylene bir masa başında oturuyor. Her gün! Oysa sabahtan avlanmaya gidip tüm gün uyuyabilirler. Zor iş!
Ben henüz yetişkin bir kedi değilim, palazlanmadım. İç saatim bana “kedi atalarımdan” ne biriktirdiyse onu kullanarak yaşamımı sürdüreceğim. Bunun için doğduğumdan beri annem bana bahsetmese de, göstermese de kımıldayan her şeye sabitleniyorum. Pusuya yatarken karnımı yere yapıştırıp bir taş kadar sessiz oluyor, kımıldamıyorum… Şimdi bana düşen, içimde doğuştan var olan yeteneklerimi, içgüdülerimi ve antenlerimi kullanarak hayatta kalmaya yardım edecek güvenli ortamı bulmak.
Yol kenarından yürümenin pek güvenli olmadığını anlamam uzun sürmedi. Kırların içini yararak ilerleyen otoyol boyunca birçok kedi, karga, köpek, kirpi, kaplumbağa, fare ölüsü gördüm. Kimi yolun kenarında, kimi orta yerinde serilivermişti… Geniş yeşilliklerin ortalarına dev apartmanlar dikilmiş, apartmanların balkonlarına saksılar içine hapsedilmiş “minik yeşillikler” konulmuştu! Uzunca seyrettim. Anlam veremedim. İnsan dedikleri yaratık ne istediğini gerçekten bilmiyor.
Çocuk seslerinin geldiği bir bahçeye yöneldim. Birkaç bisküvi kırıntısı, atılmış yarım bir hamburgerle mide gurultumu bastırdım. Elindeki dondurmayı yere düşüren bir çocuk saatlerce ağladı. Annesiyle yenisini almaya gittiklerinde, büyük bir keyifle kaldırımda erimekte olan dondurmayı yaladım. Sevinçten bayılmak üzereydim. O çocuğun beni bu kadar sevindiren olaya ağlaması ne tuhaf! Onların dünyasında birine acı veren şey, bir diğerinin sevinmesine sebep oluyor! Oysa biz tüm kediler aynı şeye sevinir aynı şeylere üzülürüz. Bundan dolayı “kedi” denilince ortaya karışık bir karakter çıkmaz. Hepimiz aynıyızdır.
Köşeye çekilip patilerimi ve ağzımı temizledim. Çocuk bahçesinin kum havuzunda kendime uygun bir köşe bulup tuvaletimi yaptım.
Banktaki annelerden biri yerinden fırlayıp üzerime yürüdü.
“Aaa kışt kışt, pis hayvan! Orada çocuklar oynuyor, Allah belanı vermesin.”
Canımı zor kurtarırken bağırdım:
“Siz de tuvaletlere yapıyor, sifonu çekiyor hepsini çocuklarınızın kumdan kaleler yaptığı sahillerinize yolluyorsunuz. Ben direkt yapıyorum. Üstelik siz bir de o suyun içinde yıkanıyorsunuz!”
Arkamdan bir taş fırlattı ve çocuğunu kum havuzundan alıp, çekiştire çekiştire yola çıktı. İnsanlar garip yaratıklar. Yavrularının kuma ihtiyaçlarını yapmalarına izin vermiyorlar. Altlarına bir bez bağlayıp içine doldurmalarını bekliyor, çocuk huysuzlaşıp ağlayınca, çıkarıp bezi çöpe atıyorlar. Konteynerlerde biriktirdikleri bu bezleri ve diğer çöpleri demir kamyonlarla toplayıp şehir dışındaki arazilere yığıyorlar… Bu yığınların üzerinde başka çocuklar yiyecek, giyecek, işe yarar eşyalar arayıp topluyorlar. Yağmur yağıyor çöpler ıslanıp tüm sularını toprağa bırakıyor. Toprak altından bu pis sular derelere karışıyor. Oradan balık tutup çocuklarına yediriyorlar. Bu çöp yığınlarının etrafında dev köpek ve kedi sürüleri de dolanıyor. Hepsinin umudu o günlük nevaleyi çıkarmak.
Biz kedilerin pis-temiz kavramımız yok. İçgüdülerimiz “bunu yeme” emrini verirse, eminizdir ki o şey ya zehirli ya da bedenen baş edemeyeceğimiz bir şeydir. Beyin merkezimizde “Sakın yeme emrinin olduğu, atalarımızdan kalan bir sürü kayıt vardır. Mesela mavi ve siyah renkli yiyecekleri atalarımızdan bu yana hepimiz reddetmeyi öğrendik. Niye mavi derseniz, içinde mavi olan her besin küf demektir bizim için! Yüz binlerce yıldır bunu yiyip ölen kedi atalarımın ortak hafızasında “mavi = zehir” olarak kaydolmuştur. Eh, bu da kedi atalarımın dokuz canından birini nerde harcandığını göstermiş oluyor! Siyah renkte olan besinler için de aynı korku kayıtlarımız var! Mantarlar, zehirli siyah tohumlar…

http://www.birazoku.com/kendinden-utanmak


Çevrimdışı SUMA:)

  • Seyirci
  • Kahraman Üye
  • *****
    • İleti: 600
    • Profili Görüntüle
Gözlerinden akan yaşlara hâkim olamıyordu. Akıbetini bildiği bir hayat için neden çalışmamıştı? Ömrünün er geç son bulacağını bile bile geleceğini neden karartmıştı? Cennetin yolunu kendi kendine kapatmış, cehennemin yolunu da alabildiğine açmıştı yaşantısı ile. Hiç bu ana geleceğini düşünememişti.



Genç adam gözlerini güçlükle araladı. Zifiri karanlıkta hiçbir şey göremiyor; sadece bunaltıcı küçük bir yerde olduğunu hissediyordu. Ayaklarını, ellerini kımıldatmak istediyse de başaramadı. Başını sağa sola çevirmek istedi; bir türlü vücuduna hükmedemediğini anladı. Neler olup bittiğini, en son neler yaptığını hatırlamaya başladığında ise, çaresiz bir şekilde gerçeği kabullendi.

"Burası mezar olmalıydı. O da ölmüştü." Buna inanamıyordu; ama ne olursa olsun, ne yaparsa yapsın, bunu geri çevirme gibi bir imkânının olmadığının da farkındaydı. Bu olmamalıydı. Ağzında arkadaşlarıyla beraber kendinden geçene kadar içtiği içki kokusu, elinde ise, yine arkadaşlarıyla oynadığı kumar kâğıtlarının kiri vardı.

En azından bunlar olmadan ölseydi. Ellerinden o pis kiri, nefesinden keskin alkol kokusunu yok edebilseydi. Üzerindeki ağırlık gittikçe daha da artıyor, hem vücudu hem de yüreği müthiş bir sızı hissediyordu. Evet, en azından şimdi olmamalıydı. Karısı ve çocukları, eve dönmediğini görünce ne yapacaklardı? "Üzülürler mi acaba?" diye geçirdi içinden. Çocuklarını hırpalayan, annelerini döven, aldığı alkolün etkisiyle önüne çıkana sataşan, çocukların rızkını ve nafakasını kumar ve içki ile tüketen bir baba eve gelmediğinde üzüntü duyarlar mıydı acaba?... Ya annesi? En son ne zaman görmüştü annesini? Bir hafta önce idi; kumar parası bulamamış, borç para almak için gitmişti annesine. Para vermeyen annesini hırpalayıp bileziklerini alarak uzaklaşmıştı oradan. Annesinin onun ardından;

"Oğlum, pişman olacağın şeyleri yapma! Sana beddua etmek istemiyorum. Kendine gel yavrum, yalvarırım kendine gel." diye haykırışları arasında hızla uzaklaşmıştı oradan.

Ya arkadaşları, komşuları, akrabaları? Her biri ile problem yaşamıştı. Onun yaşantısını hoş görmedikleri için ne onun evine geliyor, ne de onu evlerine davet ediyorlardı. Tüm ilişkilerini koparmışlardı onunla. Ardından iyilikle konuşacak, bir Fatiha okuyacak, ölümüne gerçekten üzülecek hiç kimsesi yoktu.

"Keşke tekrar dünyaya dönebilsem, yaptığım tüm hatalarımı telafi edip, içkiyi kumarı bırakıp insanlarla iç içe dostane bir hayat sürebilsem. Allah'ım, tekrar dünyaya dönebilsem."

Bunun bir yolu var mıydı acaba? Geriye dönüp yapılan tüm hataları telafi etmek mümkün mü idi?.. Cehennem kenarına kadar gelip sonra cenneti hak etmek için dünyaya geri dönmek mümkün mü? Elbette mümkün olmadığı bir gerçek. Bu gerçek, genç adamı daha da telaşlandırdı.

"Annem kendine gel, dediğinde keşke onu dinleseydim. Allah'ım, yalvarırım bana bir fırsat daha ver, ne olur!"

Tüm bunları söylerken gözlerinden akan yaşlara hâkim olamıyordu. Akıbetini bildiği bir hayat için neden çalışmamıştı? Ömrünün er geç son bulacağını bile bile geleceğini neden karartmıştı? Cennetin yolunu kendi kendine kapatmış, cehennemin yolunu da alabildiğine açmıştı yaşantısı ile. Hiç bu ana geleceğini düşünmemişti. Daha gençti. Ölüm yaşlılar içindi aslında, onun daha çok zamanı vardı. Belki yaşasaydı doğru yolu bulurdu? Neden genç yaşta ölmüştü ki?

"Kimi kandırıyorum ben. Yüz yaşıma da gelsem, aynı hayatı sürdürürdüm mutlaka."

Bunları düşünürken, vücudundaki ağırlık gittikçe onu rahatsız etmeye başlamıştı. Bir kurtulabilseydi bundan. Derin bir sessizlik hâkimdi. İnsanın içini ürperten, yüreğini sızlatan korkunç bir sessizlik. Ve aniden çıldırtan sessizlik bozuldu.

"Allahu Ekber Allahu Ekber....

Ezan sesiydi bu! Evet, ezan sesi! Daha önce hiç dikkatini çekmemişti bu ses. Ve çok güzel, insanı rahatlatan bu çağrı, onu hiç etkilememişti böylesine. Ezanın bitiminden sonra içeriye hafif bir ışık yansıdı. Gün ağarmaya başlayınca, olup biteni anlamıştı. Evindeydi. Sarhoş bir vaziyette gelmiş. Evin içerisinde bilinçsizce gezinirken masaya tutunmuştu. Ayakta bile zor duran bedeni yığıldı yere. Masayı da düşerken üzerine devirmişti. Yaşıyordu. Masayı itti üzerinden. Uyuşmuş ayaklarını, ellerini hareket ettirdi usulca. Hiç bu kadar sevinmemişti. Hayatı boyunca hiç bu kadar mutlu olmamıştı. Oturduğu yerden düşüncelere daldı. Şimdi ne yapacaktı peki? Eski yaşantısına geri mi dönecekti? Yoksa ölümü bu kadar yakın hissettikten sonra cennetin yolunu açacak ameller mi yapacaktı? Kararlı bir şekilde doğrulup abdest aldı. Ve bu yaşına kadar yönelmediği Rabbine yöneldi gönül rahatlığıyla. O henüz namaza durmuştu ki, karısı kapıyı açtı. Gördüğü manzaraya inanamadı. Çocuklarının babası, hayat arkadaşı, o namaz kılarken dalga geçtiği eşi Rabbinin huzurundaydı. Elleri semada gözleri yaşlı binlerce kere şükretti Rabbine.

Dudaklarından şu ilâhî kelam döküldü:

"Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur."

Alıntı


Çevrimdışı SUMA:)

  • Seyirci
  • Kahraman Üye
  • *****
    • İleti: 600
    • Profili Görüntüle
HIZLI ANLAMA TEKNİĞİ         
YAZAR BÜLENT AKYÜREK     
CUMA, 23 ARALIK 2011 10:02


Mutlu, huzurlu, iyi bir insan olmak için psikologlara koşuyor, kendimizi saçma sapan hobilere adıyoruz.
Akşam haberlerinde bize sunulan Batılı yarışmalara bakınız: Hızlı bira içme, hızlı hamburger yeme, hızlı konuşma, hızlı okuma… İntihara sürüklenen bir kardeşimizi tek kontör zamanlamasıyla dinliyor sonra işimize bakıyoruz.
Unutmadan söyleyeyim; İslâm’da hız sadece savaşta, tövbede, yetişkin kızınız varken evlendirmekte ve ölülerimizi defnetmekte caizdir. Tüm bunların dışında yavaşlık gerekir, çünkü yavaşlıkta sabır gizlidir, sabır ise Müslüman’a farzdır.
Woody Allen der ki: “Hızlı okuma tekniğiyle Tolstoy’un SAVAŞ ve BARIŞ’ını okudum, olay Rusya’da geçiyor.”
15.000’in üstünde kitap okudum.
5 yıl felç kalmıştım, kıpırdayamıyordum, işte o zaman okuma maceram daha da hızlandı. Çünkü hareketsizdim, işim yoktu, vaktim vardı. Tüm hayatı sırt üstü yattığım döşekten tavanın beyaz kirecine bakarak yorumluyordum. Şimdi, hızla şehirden şehre her gün söyleşiler için uçarken okumaya eskisi gibi vaktim olmuyor.
Bu yüzyıl anlam kayması yaşıyor.
Tefekküre vaktimiz yok, bu yüzden günahlarımızı, ölümü düşünemiyor, pişman olamıyor, hal böyle olunca da tövbe kapısına gidemiyoruz. Kendimizle barışık, dünyayla kavgalı, hırs dolu, kazanma arzusundan kudurmuş, başarı yollarının tilkisi gibi yaşıyoruz.
Empati anlayışımız tersten akıyor: Ben öldürmesem o öldürecekti, ben çalmasam onlar beni soyacaktı, ben ezmesem ezeceklerdi…”
Böyle bir hayat çekilir mi? Şeytanın suç ortağıyız, kendimizle yani içimizdeki şeytanla barışık yaşayıp zaferimizi kutluyoruz.
Yeryüzü şöyle konuşan bir kahramanla ne zaman tanışacak: “Ben, bu dünyaya ezmeye, başarmaya, zafer kazanmaya, zengin olmaya gelmedim, ben helal yaşayacak, gerekirse dayak yiyecek, kaybedecek ve kimsenin ahını almadan cennete gideceğim, alın tüm dünyayı başınıza çalın…”
Anlamı kaybettik. Anlamsız günler ve yıllarımız hepimizi zalim etti. Kendi içimizin saraylarından çıkıp hayata dokunamıyoruz. Mana kültürü maddi bakışlara taşındı. Dağ nedir, ağaç nedir, ölüm ne? Düşünemiyoruz hiçbir şeyi, gözlerimiz borsa tahtasına bakmaktan katarakt oldu, sözlerimiz yaralı kalpleri okşamıyor. Hızlı uçak, hızlı tren, hızlı internetle ömrümüzün üstünde sörf yapıyoruz. Düşmeye, acı çekmeye, sabretmeye hazır değiliz. Oysa bir gün hayat duracak, ölüm anı gelecek istemesek de, işte o zaman yavaşça anlayacağız insan olmanın kıymetini ama hayatımız bir film gibi hızla akıp gidecek gözlerimizin önünden. Çok geç olacak, çok pişman olacağız ve artık tövbe etmeye vaktimiz olmayacak.
Hızlıca aklımızı başımıza almanın, insan olmanın vakti gelmiş geçiyor kardeşlerim, bir daha söyleyeyim, bir yazı daha yazayım dedim, belki vesile olur, belki bir kuş uçar önümüzden, kravatlarımızı, ceketlerimizi çıkarıp koşarız arkasından tekrar insan olmak için, iyi olmaz mı?


Çevrimdışı SUMA:)

  • Seyirci
  • Kahraman Üye
  • *****
    • İleti: 600
    • Profili Görüntüle
Kendisine  sordum istersen adımı yaz istersen yazma dedi. (Günün Sözü için).

VEDA

 

Bir göl gibi sessiz ruhum

Bu kez aya sesleniyorum

Yaklaşıyorum gözlerindeki

kuşlara adım adım

Sana değil ruhum bugün

Kırlangıçlara yakın

Ruhum bütün kuşlara bugün

Senden daha yakın

 

Nafer Ermiş