Osmanlı zamanında, Diyarbakır köylerinden bir delikanlıyı ailesi okusun adam olsun niyetiyle İstanbul’a tahsile yollamış.
Delikanlı, o zamanki adı Mekteb-i Kuzat olan Hukuk fakültesine girmiş ve oradan mezun olmuş.
Köyüne dönecek, tek vasıta var; at veya eşşek. Bir eşek satın alıp yola koyulmuş.
Günlerce yol aldıktan sonra bir gün iyice yorulunca bir ağacın gölgesine sığınmış.
Birkaç saat uykudan sonra bakmış ki, hayvanı yok.
Derken karşıdan bir çoban çıkagelmiş. Çobandan hayvanı soracak ama şu kadar tahsilden, terbiyeden sonra
“hemşerim, eşeğimi şu ağaca bağlamıştım. Ben uyurken yularını çözüp kaçmış, onu gördün mü?” diye soramaz ya.
Kendine yakışır bir dille başlamış derdini anlatmaya
“şu karşıda görünen enacir(incir) ağacının zil-i kebirine(büyük gölgeliğine)
kayd-u bent eylediğim (bağladığım) dabbe(hayvan),
nevmim galebe edip hâbe erdikte(uykuya dalınca)
cezmü bağın çözüp hâl-i firarı irtikap eylemiştir.(ipinden kurtulup kaçmıştır)
Hangi bende azimet eylediğinin lütfen ihbarı.(hangi tarafa gittiğini lütfen bildiriniz)
Zavallı çoban hiçbir şey anlamamış, Arapça dua zannetmiş ve;
“Hudeşte râzı be beyim. Duavi pür bâşa. Serinim bine figi”
(Beyim Allah razı olsun. Duan çok iyidir. Başıma üfür) demiş.